Yabancı basında Atatürk ve Cumhuriyet

“Cumhuriyeti biz kurduk onu yaşatacak ve yükseltecek olan sizlersiniz.” Ata’mızın veciz sözlerinden biriyle yazıya başladık. Cumhuriyet’imizi sonsuza kadar yaşatacağız. Bu hafta, Cumhuriyet’imizin 100’üncü yıldönümü ile Atatürk hakkında görüşler ve yorumlara yer vereceğiz.
02.11.2023 17:48 GÜNCELLEME : 03.11.2023 00:01

ALEV RİGEL 1925-2005 arası yaşamış olan şair, romancı, düşünür, deneme yazarı, gazeteci, senarist ve eleştirmen Attila İlhan'ın "O, Sarışın Kurt" kitabıyla başlamak istiyoruz. Kitapta, "Yabancı basında Atatürk" bölümünde şu önemli örnekler var:

* ABD'nin haftalık haber dergisi Time, 24 Mart 1923 tarihli sayısının kapağında Mustafa Kemal'e yer verdi. Altındaki yazıda 1889-1975 arasında yaşamış olan İngiliz tarih felsefecisi Arnold Toynbee'nin "Mustafa Kemal Paşa, hiç şüphesiz ki çağdaş tarihin en önemli isimlerinden biridir" sözleri yazıyor.

* 1843'ten 1944'e kadar Paris'te yayınlanan ve ilk kez sayfalarına fotoğraf basmasıyla tanınan haftalık Fransız gazetesi "L'Illustration", 16 Eylül 1922 tarihli sayısında Atatürk'ü, İsmet İnönü ile birlikte kapak yaptı. Fotoğrafın altında, "Zaferlerin lideri Mustafa Kemal Paşa ve ordu komutanı General İsmet Paşa" yazısı görülüyor.

* L'Illustration, Atatürk'ü bir kez daha kapak yaptı (Aslında değişik tarihlerde Türkiye'yi konu alan, 10 kereden fazla kapak yaptı). Fotoğrafta Atatürk ve Latife Hanım vardı. Fotoğrafın altındaki yazıda, "Mareşal Mustafa Kemal ve Latife Hanım, Ankara yakınlarında Çankaya'nın bahçesinde dergimiz için özel olarak poz verirken" ifadesi bulunuyor.

* Aynı Fransız dergisi, 13 Kasım 1928'de kullandığı ve alt yazısında "Devletin Şefi, Okulun Başöğretmeni" yazdığı fotoğrafta Atatürk'ü, kara tahtanın başında, elinde tebeşirle Türk alfabesini öğretirken gösteriyor. Böylece "Harf İnkılabı" başlamış oldu.

DİĞER YORUMLAR ŞÖYLE:

* Birleşik Krallık eski başbakanı Sir Winston Churchill (1874-1965): "Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da ulusunu yeniden dirilten Atatürk'ün kaybı, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır."

* ABD Genel Kurmay Başkanı veya Beş yıldızlı Ordu Generali Douglas MacArthur (1880-1964): "Kendisi Türkiye'nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir ulusun büyüklüğünün temel taşını teşkil eden kendine güvenme ve dayanma gücünü kazandırmıştır. Atatürk'ün sadık arkadaşlarından biri olmakla büyük gurur duyuyorum." (Beş yıldızlı ordu generali rütbesi, Avrupa'nın "mareşal" rütbesiyle aynıdır).

* Hindistan'ın ilk Başbakanı Jawaharlal Nehru (1889-1964): "O'nun dinamizmi, yılmak ve yorulmak bilmezliği, insanlarda hep büyük bir etki yaratmıştır. O, doğuda modern çağı şekillendiren liderlerden biridir. O'nun en büyük hayranıyım ve ölene kadar da hayran kalacağım."

* Politikacı, hukukçu, üniversite profesörü, İtalya Başbakanı ve Cumhurbaşkanı Giovanni Leone (1908-2001): "Kemal Atatürk, yalnız yeni Türkiye'nin sembolü değil, aynı zamanda çağımızın en büyük şahsiyetlerinden biridir. Avrupa ile iş birliğine sağlam şekilde bağlı olan Türkiye, bugün O'nun izinde yürümektedir." (Leone, Messina Üniversitesi'nde öğretim üyesiydi. Daha sonra siyasete girdi, Meclis Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı oldu)

EKONOMİK AÇIDAN TÜRKİYE…

Şimdi Türkiye tarihini irdeleyen dış kaynaklı bir bölüme geçelim. Daha önce hatırlatmak isteriz ki, siyasi ve askeri alanda tarihimize malolmuş güzide isimlerin olmayışı, yazının ekonomik açıdan ele alınmış olmasıdır:

Türkiye Cumhuriyeti'nin ekonomi tarihi, dört farklı zaman diliminde incelenebilir. 1923-1929 arası, ekonomide özel teşebbüslerin yaygın olduğu bir dönem olarak ortaya çıkar. Kalkınma politikası, kişilerin kendi çabalarıyla kurduğu işletmelere bağımlıdır. 1929-1945 arası, küresel krizlerin getirdiği sıkıntılarla geçmişti. 1930'ların küresel ekonomi krizinin ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşı'nın mahvetmediği hiçbir ülke kalmadı. 1950-1980 arasında ekonomi, ithalata dayalı sanayileşmenin yönlendirdiği bir dönemdi. 1980 ve sonrası Türk ekonomisi, mal ticaretinin liberalleştiği, hizmet ve finans piyasalarının geliştiği başlangıç noktasıydı. 1923 ve 1985 gibi oldukça geniş bir zaman diliminde kompleks bir ekonomi sistemi yerleşiyordu. Bu sistemde, tarım ve sanayide geniş çaplı üretimden söz ediliyor, hem içeride hem ihracat piyasasında ekonomi, ortalama olarak yüzde 6 oranında gelişiyordu.

Türkiye, 1820'lerden beri ekonominin büyümesinde ve beşeri gelişmelerde, dünyanın diğer gelişmekte olan ülkeleriyle kıyaslandığında büyük bir başarı elde etti.

1914-1918 arası yıllardaki Birinci Dünya Savaşı sonrasında doğan Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ekonomisi gelişmiş sayılmazdı. Modası geçmiş tekniklere dayalı tarım, kötü kalitede yürütülmeye çalışılan hayvancılık, bir an önce geliştirilmesi gereken sektörlerin başında geliyordu. Endüstrinin temeli zayıftı ve büyük ölçüde şekerle un üretimine yoğunlaşmıştı. Türkiye ekonomisinin gelişimi için çeşitli, modern ulusal sanayiler filizlenmeli, özel sektör teşvik edilmeli, yabancı yatırımlar özendirilmeliydi.

TEMEL POLİTİKALARI TANIMLAYACAK KİŞİ

Böyle bir dönemde, yeni Türkiye ekonomisinin temsilcisi, 1922-1923 yıllarında iktisat bakanlığı yapan Mahmut Esat Bozkurt, 1920'lerdeki Türk ekonomisinin temel politikalarını tanımlayacak kişi olarak görev üstlendi (Türk hukuk profesörü Mahmut Esat Bozkurt, 1892 – 1943 tarihleri arasında yaşamış, Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşlarından ve Türkiye'de hukuki temellerin atılmasında katkıda bulunmuş devlet adamıdır. Cumhuriyet tarihinde Bozkurt-Lotus vakası olarak adlandırılan, Bozkurt adlı Türk gemisiyle Lotus adlı Fransız gemisinin, 2 Ağustos 1926 tarihinde Ege Denizi'nde çarpışması nedeniyle iki ülke arasında çıkan anlaşmazlıkta Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni Lahey Uluslararası Adalet Divanı'nda temsil etmesiyle tanındı. Bu dava, tarihçiler tarafından Türk hukukunun ve adalet örgütünün kapitülasyonlar dönemini geride bırakarak insan ve egemenlik haklarına dayalı çağdaş hukuk düzeyine yükseldiğinin bir simgesi olarak değerlendirilmektedir. Fransızlar, uzun süre kendilerinin haklı olduğunu savunmuşlardır. Küçük bir hatırlatma yapmak gerekirse kaza sonrası batan ve altı mürettebatın ölümüne neden olan Bozkurt gemisinin, Mahmut Esat Bozkurt ile ilgisi bulunmamaktadır. Lotus batmamış, mürettebatı İstanbul'da tutuklanmıştır). Bunun sonucu olarak milliyetçi ve liberal ekonomi, ikili ekonomi olarak kaynaştı, kamu sahipliğindeki ekonomi, kamu sahipliğinde olmayan ekonomi ile bir arada varlığını sürdürdü. Ulusal sermaye, yabancı sermaye ile karıştı, ulusal ekonomiyi korumak için ithalata kısıtlama getirildi, kısıtlaması olmayan ithal mallarına da yüksek vergi kondu. İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 1921'de çıkarılan kanun çerçevesinde yabancı şirketlerin ve yabancı iş adamlarının Türkiye'de yatırım yapmasına izin verileceğini açıkladı. Cumhuriyet'in başlangıcında yabancı sermaye, Türk ekonomi hayatında önemli rol oynamıştı. Finans piyasaları, demiryolu ağının yeni hatlara kavuşturulması ve işletilmesi ile madencilik, yabancı sermayenin kontrolünde oldu.

1923 ve 1926 yılları arasında tarımsal faaliyetler yüzde 87 oranında artarak üretim Birinci Dünya Savaşı öncesindeki rakamlara ulaştı. Sanayi ve hizmet sektörü, 1923-1926 arası yıllık yüzde 9'dan fazla artış gösterdi. Ancak ekonomideki payları düşük kaldı.

1927'de İngilizlerin ve Fransızların kontrolündeki Osmanlı bankaları, Türkiye'de üretim artışının yarısında pay sahibiydi. 1930'da ise Türk hükümeti, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nı kurdu. Banka, parasal politikaların formülasyonundan ve para arzının düzenlenmesinden sorumluydu. Aynı zamanda, başta demiryolları ve limanlar olmak üzere yabancı sermaye ile işletilen diğer işletmeleri satın aldı. Bunlar önemli millileştirmelerdi.

1930'larda sanayileşmenin hızlandırılmasına yönelik olarak Türk hükümeti, ılımlı liberal ekonomi politikalarını terk etti, radikal ekonomik politikaları yürürlüğe koydu. Devlet tekelindeki ekonomiyle endüstriyel gelişime ağırlık verildi. 1929'dan 1933'e kadar süren ve Türkiye dahil tüm dünyayı olumsuz olarak etkileyen ekonomi bunalımı, Türkiye'de milliyetçi politikaların uygulanmasının doğrudan sebebi oldu. Yaşanan bu en kötü depresyon yılları, büyümeyi yavaşlattı.

DIŞ TİCARET TAMAMEN PERDELENDİ

1940'larda Türk ekonomisi iyi işleyemez duruma geldi. İkinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız kalınmasına rağmen askeri harcamalar arttı, dış ticaret neredeyse tamamen perdelendi.

1950'lerde Türk hükümeti, sanayi sektöründe yabancı sermaye yatırımlarını teşvik etmek için liberal ekonomi politikaları izlemeye başladı. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası kurularak özel sektörün sanayi yatırımlarına kredi temin edilmeye başlandı (Türkiye Sınai Kalkınma Bankası A.Ş., Türkiye'nin ilk özel sermayeli kalkınma ve yatırım bankası olarak İstanbul'da 1950 yılında Dünya Bankası, T.C. Merkez Bankası desteği ve ticari bankaların pay sahipliği ile kurulan bir yatırım bankasıdır. Dönemin ileri gelen ekonomist, sanayici ve iş adamlarının ortaklığı ile kurulmuştur). 1954'te Türk hükümeti, 6224 sayılı Yabancı Yatırım Kanunu'nu ilan etti. Böylece iç piyasa yabancı yatırımlara açılıyordu. ABD, Batı Almanya, Fransa ve İtalya'dan yatırımcılar, modern bir sanayi sektörü oluşturmak için Türkiye'de faaliyet göstermeye başladılar. Ancak 1950 sonrası ekonomideki aksaklıklar, 1970'lerde ciddi krizlere dönüştü. İthal ürünlerdeki keskin artış, ödemeler dengesini krize soktu. Türk lirasının devalüasyonu, kemer sıkma önlemleri, yabancı mallara olan iç talebin azaltılmasına yardım ediyordu. Ardından gelen Uluslararası Para Fonu IMF'in (International Monetary Fund) acı reçeteleri uygulamaya kondu. Hükümet harcamalarının artması da ekonominin aşırı ısınmasına yol açıyordu. Dış borçlar o kadar artmıştı ki, 1980'de 16.2 milyar Amerikan dolarını bulmuştu. Bu rakam, gayrisafi iç hasılanın yüzde 25'inden fazlaydı.

DEVLET VE ÖZEL SEKTÖR KARMASI

İstatistiklere göre 1951'de Türkiye'de on ve daha fazla eleman çalıştıran özel işletmelerin sayısı 660 iken, bu rakam 1960'ta 5 bin 300'ü bulmuştu. Özel sektörün istihdam ettiği eleman sayısı da ortalama 25'ten 33'e çıkmıştı. 1961'de özel sektörle kamu sektörünün ortak gelişimine vurgu yapılmıştı. Aynı şekilde piyasa ekonomisiyle planlı ekonominin organik birlikteliğine de önem veriliyordu. Artık büyük girişimler; altyapı inşaatı, metalürji ve kimya endüstrisi gibi sermaye ve teknoloji yoğun faaliyetlerdi.

Bu dönemde devlet tekelindeki teşkilatlarla özel sektör, karma ekonominin parçaları olarak uzun süre ekonomide yarı yarıya etkili oldu. Devlet tekelindeki teşkilatların sayısı azdı fakat ölçeği genişti. Özel sektörün sahip olduğu işletmelerin ise sayısı çoktu fakat ölçeği küçüktü. Devlet tekelindeki işletmeler; sermaye, teknoloji ve üretim ölçeği açısından avantaja sahipti. Buna karşılık özel sektörün, yüksek üretim kapasitesi ve piyasalarda rekabet edebilme gücü vardı. Ulusal işletmelerin girdi/çıktı oranı, özel sektörden daha düşüktü. Yine devlet sahipliğindeki teşkilatların, sanayi çıktılarına oranı, her yıl düşüyor, özel sektördeki aynı oran, yıldan yıla artış trendi gösteriyordu. Her şeye rağmen devlet sektörü, Türkiye'nin sanayi üretimine egemen olmaya devam etti. 1970'lerin sonlarına doğru, Türkiye ekonomisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun düşüşünden bu yana en kötü döneme girdi. Türk yetkililer, yeterli önlemler almakta başarısız kaldılar. Bunun sebebi, 1973-74 yıllarındaki, dünya petrol fiyatlarının astronomik düzeylere ulaşmasıydı. Yabancı kaynaklardan kısa vadeli krediler alınarak, bu dönem atlatılmaya çalışıldı. 1979'da enflasyon, üç haneli rakamlara ulaştı. İşsizlik yüzde 15'e çıktı. Sanayi sektörü, yarı kapasiteyle çalışıyordu. Ve hükümet, yabancı kredilerin faizlerini bile ödeyemiyordu. Türkiye, krizden muaf bir gelişmeyi sürdürmeye muktedir gibi göründü. Gözlemciler, Türk politikacılarının gerekli reformları yapacak yetenekte olup olmadıkları konusunda şüpheci davranmaya başladılar.

80'lerde ekonominin gelişimi hızlandı

1980'lerdeki yeni ekonomi politikası, Türk ekonomisinin gelişimini hızlandırdı. 1983'te ülkenin yıllık büyüme oranı yüzde 3.3'tü. Bu oran; 1990'da yüzde 9.4, 1992'de yüzde 6.4, 1993'te yüzde 8.1 oldu. Yeni ekonomi paketinin uygulanmaya başlamasından itibaren ithalat da ihracat da hızlı bir artış trendine girdi. 1990'lar, hızla gelişen ihracata dayalı ekonominin gelişimini gördü. 1990'da Türkiye'nin toplam ihracatı 13 milyar Amerikan dolarıydı. Tarım ürünlerinin ihracattaki payı yüzde 25'e düşmüş, sanayi üretiminin payı yüzde 67.9'a çıkmıştı. 1997'de Türkiye'nin ihracatı iki katına ulaştı ve 26.2 milyar Amerikan doları oldu.

Türkiye ekonomisi, 1991'deki Körfez Savaşı yüzünden tekrar altüst oldu. Birleşmiş Milletler, Irak'a ambargo koyunca Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı kapandı. Türkiye, Irak petrolünden aldığı paydan ve petrol depolama ücretinden mahrum kaldı. Boru hattının kapasitesi, günde 1 milyon 100 bin varildi. Bazı kaynaklar, Türkiye'nin kaybının 300-500 milyon dolar arasında olduğunu ileri sürdü. Ayrıca Türkiye, Irak ile olan ticaretinden de üç milyar dolarlık bir kayba uğradı. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri, bu kaybı telafi etmek için harekete geçti. Türkiye ekonomisi, 1992'de yeniden hareketlenmeye ve büyümeye başladı.

Türkiye'nin etkileyici ekonomik performansı, Wall Street'in gözünde kaçmamıştı. 1992 ve 1993'te hükümet, bütçe açığını kapatmak için Wall Street kredilerini kullandı. Ancak 1993-96 döneminde hükümetle Merkez Bankası arasındaki sürtüşmeler, Batı'nın gözünde hükümetin güvenini sarstı. 1993'te bankalardaki mevduatın yüzde 1'ini döviz oluştururken, bu oran 1994'te yüzde 50'ye çıktı. Mudiler, genelde döviz alıp bankaya yatırıyordu. Devletin döviz rezervleri, 1993'ün sonlarında 6.3 milyar Amerikan dolarından 1994 mart ayına kadar 3 milyar dolara düştü. Aynı yıl IMF Türkiye'ye, 740 milyon dolar dayanışma (standby) kredisi verdi (Standby kredisi; ödünç veya avans olarak verilen paraya dayalı yükümlülüklerin vadesinde yerine getirileceğinin, yerine getirilmediği takdirde geri ödeme yapılmasının güvencesi alınan taahhütlerdir).

Türk hükümetinin aldığı tedbirler, keskin fiyat artışlarını, bütçe harcamalarının azaltılmasını, vergilerin yükseltilmesini, Kamu İktisadi Teşekkülleri'nin (KİT), özelleştirilmesinin hızlandırılmasını içeriyordu. Ancak iş çevrelerinde güven kaybı oluşmuş, ekonomik etkinliklerin azalması sonucu toplanması gereken vergiler de azalmıştı.

Hızlı nüfus artışı ve hızlı sanayileşmenin sonucu olarak kentleşme ve dolayısıyla sosyal yapı, yeni bir sosyal sınıf şekillendirdi. Zengin ve yoksul arasındaki kutuplaşma şiddetlendi. 1980'lerde yüzde 40 civarında seyreden enflasyon oranı, 1987'de yüzde 70, 1992'de ise yüzde 120 oldu.

Dünyanın ekonomisi en hızlı büyüyen ülkesi

21'inci yüzyılın başlarında görülen ekonomik gelişme, Türkiye'yi dünyanın ekonomisi en hızlı büyüyen ülkesi konumuna getirdi. Hatta 2008'deki dünya finans krizi sırasında bile Türkiye'nin ekonomik durumu oldukça iyiydi. İşsizlik oranı azalmış, nüfusun daha büyük bölümü yüksek öğrenim görmüş, ortalama yaşam süresi uzamıştı. Gayrisafi iç hasıladaki artış da Türkiye'yi, dünyanın en hızlı gelişen ülkelerinden biri yapmıştı.

Türkiye'nin jeopolitik stratejisi ve coğrafyası, Avrupa, Asya ve Orta Doğu'yu birleştiren bir konumda olması, son derece önemlidir. Türkiye OECD'nin (Organization for Economic Cooporation and Development - Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) kurucu üyelerindendir. NATO (North Atlantic Treaty Organization – Kuzey Atlantik Paktı Teşkilatı) ve G20 (Gelişmekte olan ekonomiler birliği) üyesidir. Avrupa Birliği'ne adaydır. Uluslararası ticaretin de merkezi konumundadır.

Türkiye ekonomisinde tarımın payının yüzde 27'den yüzde 8'e düşmesi, sanayi ve hizmet sektörlerinin de yüzde 31'den yüzde 68'e yükselmesi, ülkenin sanayileşmiş olması açısından en önemli kilometre taşlarıdır. Otomobil, tekstil ve elektronik, ülkenin başlıca ihracat kalemlerini oluştururken, turizmin gayrisafi iç hasılaya katkısı görmezden gelinemez.

BİZE ULAŞIN